25 Mayıs 2007 Cuma

Mürekkep Balığı / Özlem Sezer

Ey arzuhalcı, ben seni sevmeye farz kılındım

I.

pasaklı bir yürekti benimki
çeri çöpü ayırt etmeyi bilemedi
ve aşk merhemini yitirdi
aşk merhemini yitirdi!

suyu avuçlayacak derman
tek kurşun, tek hece, aşk...
sevgilinin isminden bir harf
hepsinden daha yakındı, daha sıcak
ama her zaman bir sonra daha sakladı bana
saksıyı parçalayan eflatun açelya
eteğini savura savura gelen kasırgacık kahpe
yeni bir yaraya daha yer kalmadı belleğimde
derken nasıl olduysa birden sesim irtifa kaybetti
gökten bulut değilse de
cemalimizden gözlerimiz çekildi

gölgem ki,
dokuduğum yini benden önce giydi.

II.
ey zeytin ağacı
elbet senle geçimliydim
el kapısında gezinmeseydin

dinmedi uğultusu işitmediğim sözlerin
içime çok fazla kelime atmışım dedim
yerimi bildim, toprağın altına çekildim

yine de yorgun bir su fısıldadı benimle
ve eğilerek yosunlanmış bir küpün en dibine
düştü aşağıya, yeryüzüne değin düştük birlikte

oysa yeryüzü artık benim yüzüm değil
kiraz çiçeklerini saymak
cüzzamlı ele nasip değil

ey zeytin ağacı, desem ki
bir çelenk ör bana
bilirim, bu baş bende değil

III.

ne vakit anlayacak kadar mutsuz oldumsa
orada kırdığı aynalara çekti aldı beni
alnımda pupa yelken çizgilerim
dilimdeki damlayı yakan kelime, sevgilim
bahçedeki güllerin bencil rahatı için
kardelenin toprağının sökülmesinden bildim
ben kervansaraya alınacak
"yol arkadaşlarından" değildim

elimde eprimiş keten, ıssız bir güzdü eğirdiğim.

IV.

yamalarım rüzgâra karşı dayanıklı değil
güneşi hissedemez ellerim
parmak uçlarım bir kayaya yapışmış, mosmor
gözlerim uçurumu ölçüp biçmede
vakit ki, senden umarım kalmadı diyor
nedir senden çektiğim vakit eyy
sol cenapta bir şey sızlıyor
o saklanmaz kabahatimde
ki çöl çiçeği işte, geceye uzanıyor
kumlar savruluyor yaprakları açılırken
ama yanında yamacında
bir kuru ot bile bitmiyor

eyy hayat, benden kaçırdığın ilmekle
kim kime o yoksul abayı baht diye örüyor?

V.

kulağımı kestim, sana verdim
ayçiçekleri ver bana karşılığında
kiraz dallarıyla ağırdan, güneşlerle usulca
bizim de bir evimiz barkımız vardı, vardı ama
eyy şiir söyle, ola ola metresin mi oldum sonunda

artık söyleme, söyleme şimdi neye yarar
ağzını açtığın an yere çarpıp parçalanır
ödünç aldığım kanatlar

şairin hayatla yüklenip boşalmaktan yorgun belleği
yalancı çıkarıyor şimdi en çok alkış alan şiirlerini
ne vakit bir cümle inşa etse devriliyor, öyle değil mi
söyleme, ne söylesen incitiyor beni

mülteciler bilmez sığındıkları ülkenin dilini

inceden inceye öğütüyor gün ışığını şafağın değirmeni
şarap gibi aydınlık, kadeh gibi kırılgan
inceden inceye öğütüyor işte hayat
kum olup, akıp gideyim diye
avuçlarından sessizce

lâkin ey şiir dön geçtiğin yerlere de, öyle söyle
sahi bana yer kalmadı mı rahminde?

VI.

böyle haydut gibi yaş aldıkça
sabahları eşiğine ekmek atıp
kapısına bir kedi alıştıramıyor insan

şarap yaksam, tütün yaksam
çıksam dağ başına bir kayaya yaslanıp uyusam
daha elimi sürmeden uykuya dalıyor akşam

eyy benim iki yakası biraraya gelmeyen sevdam!

VII.

tuz damlıyor saçaklardan
öpüştüğüm akşamlar gibi
sığındığım saçaklar diyorum
neden hep akşamüstlerine denk geliyor
tuz demir damlaların içinden akıyor

belki de taştan bir nehirim ben
kimse yatağım, çağlayanım olmak istemiyor

VIII.

hani ya o bulutta dörtnala at koşturan aşk
sabrım kalmadı, doğuramazsam ölürüm
gittikçe büyümekte içimdeki bu taş

çiçek ve bal özüyle, bir tek gecede açan
yaslı menekşelerin derbeder rengiyle
ovduğun, avunduğun toyluğa ırak kalmış beden
yazgına alın yazısı biçtiğin o yaren...
nerde, hani, şimdi hangi kuyunun dibinde?

çocuklar iyi değil, kendinde göçebelere.

IX.

öyle silik ki harfleri
okunmuyor göktaşlarına ağan yazın
ey şair, ey mürekkep balığım
bir isteğe kabirdir şimdi o gövdende taşıdığın
bilmem ki ne yapıyorsun kuruyunca ağzın
sen anca pencerelere yaraşan kadın
belki de rahmini almalısın

X.
kendimi neslinden bilmediğim bir iyiliğe
taş gibi atıldım kuyunun dibinde çağıldayan
ve her şeyi kolayca, ama kanatları kırarak alan
o kırığı un ufak cam parçalayan nehre

içi boşaltılmış, bakıştan arınmış kelimeler
yasımı tutmak istersen ey şah-ı peder
senin durduğun yerden üç gün çeker

şimdi ben yirmi dokuz yaşında
siyah-beyaz eski bir filmin
şeritleri çoktan kopmuş alnacında
evlat edinilmeyi bekleyen
tohuma kaçmış o küçük kız
şefkâtin sözcüğü bile içimde
yalnız ve köhnemiş, puslu bir yıldız
dönüp duruyorum aradığım göklerde
ve artık çok geç sığınmak için
olmayan bir babanın merhametine

eğri parmaklarım, gözümün rengi
ve altları yeşil kalemle çizilip de
içinden bir kelime bile başa akmamış
bir kitaplıktan, bir de umarsızlıktan başka
eyy yakıp yıktığı denizlerde
hayalet bir gemi olan sıla baba

benim bir karanfil kökünden başka
verecek borcum yok gayrı sana

Özlem Sezer

6 Mayıs 2007 Pazar

Düş Hırsızı / Ümit Oktay Yılmaz

Sevgili şair arkadaşım Ümit'den...

Ne olduğunu
üç tekerlekli bisikletin
askerlik sonrası çalışmaya başladığım
fabrikadan
hırsızlık yaptım diye
kovulduğumda öğrenmiştim

Çocukların düşlerini çalıyormuşum
Ankara, Mart 1996

29 Nisan 2007 Pazar

Yol / Sinan Oruçoğlu


I
kendime başlamak farz oldu


uzun bir marazdan doğmuşum ben
annemin gözleri acınacak bir ağaçmış
babamın teni durulmaz bir rüzgâr
yeryüzü serhoş etmiş içimi
yeryüzü tok içimli bir esrarmış


kucağa sığmaz bir urmuşum
herkesin saate baktığı vakitte
bir yıkıntı olmuşum kendime
taşımayla bitmeyecek bir yıkıntı
gömleğim zifiriymiş, boynum
dayanamazmış bu kire, geçermiş
o mevsim de benim geçtiklerimle

kendime başlamak farz oldu

uyku boşlukmuş uyanıklık ateş
çamların dibinde dururmuşum
ellerimde leylak, ateş ensemi kemirdikçe
giz budur, dermiş gece
sözcükler zehirli birer başlangıçmış kendime
onlarla kurulmuş yoldan geldim
buraya geldim zehirli sözcüklerle
uzun bir marazdan doğmuşum ben
dile gelince çirkinleşen, acımsı
bir tat bırakan tende

çocuklar yağarmış odaya yokluktan
harfler, alkol günleri, yıpratıcı zaman
yıkamakla geçmez karartıymış yüzüm
kendini kanat sanıp çırparmış
bütün halleri kalmak olan
dönüp durduğum bir labirentmiş ev
şiirler bahçeye çıkarmış

kendime başlamak farz oldu

aksi desem ağırıma gider, hasta!
gözlerimi kapayıp bakarmışım aynaya
yağmur benim sevincimi silmekmiş
yağmur ben yokken gelmekmiş

II
kaldığım yeri unutmuşum
bilinen zamana geçmeli öyleyse...

anneme, benden artarsa bir sıkıntı
daha doğur dediydim, rahatlarsın!
utandı ve beni kendime fırlattı
dünyada bir sinek gibi gezindim
çorap yıkadım, ten ütüledim
çıkmaz evlere girdim ah!
ellerimi uçuşan şeylere buladım
içimde gizli bir görev vardı hep
ağaçların görünen yüzüne saklandı

kendime başlamak farz oldu

farzı kucağıma aldım, soyundum
velev ki ben baştan sona yanlışım
adımı koymanın anlamı ne
adıma dokunmanın, bu toprak beni
benden edecekse bu toprağın

sana yürümek yanılgısı ömrüm
asıl yanılgı yalnızca yürümek
rüzgârı hiç anlamadım suyu hiç
yollar sallandı bende

III
bavulumun içine adımı yazıyorum

Sinan Oruçoğlu

8 Nisan 2007 Pazar

Yusuf ile Zeliha / Özlem Sezer



I.
Gözümün açıldığı yerde durdun Yusuf
Zambağa uçurum sesi dilediğim andan geldin

O bensem eğer
İki zümrüt kesiğindeki kıpırtı
Ellerine vurgun elmaların harını
Sevdim de Yusuf yanakalan canımı
Seni kimselere göstermek istemedi içim

Hep ırakta kıldın kendini Yusuf
Bana yalnızca güzelliğinin acısını verdin
Bundandır sana öyküler biçtiğim

Düştüğüm yeri kendime de söylemedim
Kopan zambak yapraklarından ellerim

Bağışlanma dilemeyen Zeliha benim

II.

Dedim ki, güneşe dönen bir çiçeğim
Toprak gibi kabarmakta benim de ellerim
Ve karnım ve göğüslerim ve erguvan tenim
Denizkızı olsam senin çölünde dökülecek sanki
Yok sayılmaktan pul pul kalmış bedenim

Oysa istediğim yalnızca bir ovaydı dolaşmak için
Ve sen, senin ıssızlığın, güzelliğin örtbas ettiği
Kendimi sığdırmak için iyiydi

III.

Bir riyayı açığa çıkarmaktan başka nedir
Elmayla bıçağın sınanmamış ellere ikramı?
Acımı güldürmek için kesmek istedim
Bedenlerinde akmayan kadınları

Çıplak elli kölenin okşayıp sardığı
Bacaklarımdaki hercai lekelerden geçiyor

Bir kuşun ölmeye varmak için çırpınan kanatları

IV.

Öyle çok sustum ki, ismim alnımdan utandı
Kumları anca bir fitne fesatta birleştirip
İsmim sandılar Yusuf,
Çığlığım koskoca bir kaya olup
İçinde artık savrulmayan kumları sakladı
Çölde her taneciğin bir diğerine eş olduğu
O sarı, o sonsuz memlekette
Kaya demledim Yusuf
Ahım, bir aşka yorumlandı

Susmaktan geldim ve şimdi
Babil'in dillerinde hep anılmak için
Atsan üzerimden lanetten örtümü
Açığa çıkacak olan, o Zeliha benim

V.

Bunca ıssız kılmasalardı
Yeknesak kum tepelerinde benliğimi
Konuşmak için
Bir kendimi isteyecektim

Herkes kavmini arar Yusuf
Ben de kardeşlerinin attığı kuyuda
Çınlayan sesi şarkı, dilediğim
Bir kölenin çığlığıydı

VI.

Kimine güneş düşer bu dünyada
Kimine yalnızca güneş tozları

Elbet biliyordum kocamın adının nereye yazıldığını
Lâkin seni görünce elimdeki çizgiler değişti
Zeliha diyorlar bana, yedi soyunun laneti
Kocan, sarayın, başında tacın neyine yetmedi?

Denize karışan akarsu, yitirir nehirden gömleğini
Karşılığı yanlış yerlerde aranmış yeteneksiz bir sevgi

VII.

Aziz cariyelerin peşinden giderken
Kayıtsız ve mağrur susardım, ben ki
Her sevişmenin ardından törenler için geriye kalan

Nene yetmedi Zeliha, nene yetmedi?

Öyle sessizdi ki kalbim
Yusuf'tan bir şarkı işledim
Sonra sonra nakkaşı oldum kendimin
Yaradan akan kan sıcaktı, tanıdıktı
Çaresiz adına Yusuf dedim

Nasıl arzuladım bilemezsin
Laneti bile gümüşten peçeyi
Kocam artık gözkapaklarımda
İki demir, iki sinsi külçeydi


VIII.

İsyanımı dindiremeyen zümrüt
Balığını beslemeyen Nil nehri sözlerin
Dilini bir kere düğümleme de öyle söyle
Bedenime koca mülkü diyen sen misin

Sana biçtiler yüzümdekini
İsyanımdan döl aldım Yusuf, o mor fettan ışık haresini
Güneşte ekin vermek için, bir senin gözlerini...
Yine de bir canı gövdesinde yeşerten benim
Bedenimi bir başka bene mesken kılmak için

Bahanemsin.

IX.

İşte çarşafta solan ilk kana kadardır
Benim bir kocadaki hükmüm:
Yanım sıra yürü
Peşim sıra düşün.

Aziz,
Yaz günü üzerimde sık örgülü, kalın bir hırka
İnadımdan değil çaresizliğimden
Dolaştım bir ağızdan bir başkasına

Yusuf!
En çok sendeki leke yakışıyordu bana

Çünkü güllerin yazgısı bir seyredilmek değil.
Dünyayı ister gün boyu güller
Ve bu köklerini derinden incitir.

Avuçlarımdaki bu ter isteği,
Anımsayamadığım kokuna iliştirdiğim karanfil
Saçlarına vurgun kadehim hâlâ sıcak ve eskil

Köklerim bir sana dolandığı yerden incelir.

X.

Erişilmeyende korunmak için
Söz kayanın cevherinde kaldı
Başkalarından öğrenmediğim tek tutkuyu
Senin bedeninde söyledim
Yusuf, bedenine söyledim

Oysa sende yaşayan bir canım olmadı hiç benim
Gözlerinde ışıyana soysuz bir perde biçtin
Başkasının kadını dedin bana: Benim değilsin!

Sen parmak izim
Usanıp aynanın kırılganlığından
Ve eni sonu bir eşya olmasından
Güzelliğe cemalinden bakmak istedim

XI.

Su ürkmedi, kırlangıç geçmedi aramızdan
Ama nasıl, nasıl atarım bu kayalık sahili içimden
Söyle denizi kumun içinde nasıl özlemem?

Dileğim, şu an bir göz odanın içinde
Seninle herhangi şeyler
Bir an gözlerinde benim gölgem

Kalbimin güvercinine bakan cefa
Kanımda günbatımısın sen


XII.

Keşfetmeye çalışırken canın sakladığını
Oyuncaklarını kıran, dağıtan
Niyeti kutsal, ettiği lanetli
Gürültücü bir çocuktum belki de

Yastığımın altına bir gül dikeni alıp yatıyorum Yusuf
Lanetlendiğim günü anmak için yine de

Özlem Sezer

Zehir Zakkum Zamanlar / Nilay Özer


ömrüme zarar veren erkekler sevdim
cam kırıklarıyla sundular bana tenlerini
seviştikçe çoğalan ellerine inandım
uzun...çok uzun ayrılıklardan sonra
sabırsız bir çarmıh gibi açılan kollarına
çarmıh sarmaşığıydım usul usul dolandım
bana nazlı ölümler
korsan ürpertiler bana
bana aklı çelinmiş geceler kaldı


ömrüme zarar veren şiirler sevdim
aşka ait bir damar kesilmiş gibi
kızıl atlar boşandı içimin aynasından
kanadım sözlerde gözlerde pıhtılandım
infilaktı ihtilaldi laneti üstümeydi
sözlerin yalanından yılanından gözlerin
bana düş bana gizem
bana zehir zakkum zamanlar kaldı


ömrüme zarar veren şehirler sevdim
yıkılmayı sevdim hep o enkaz halimi
bir depremi tek başıma karşılayabilmek için
boşaltılmış şehirleri bekledim
harçsız kuleler örüp kaldırım taşlarından
gençliğimi felaket müjdesinde denedim
bana çığ bana boran
ve umarsız aysarı
ah! bunca zararına sevmenin
neresinden dönsem geçmiş zamandı

Nilay Özer

2 Nisan 2007 Pazartesi

Ah'lar Ağacı / Didem Madak



1-
Bir ilaç içsem bari diye düşündüm,
Biraz kolonya sürünsem,
Ferahlasam, pencereyi açsam.
Şöyle bir şey yazdım sonra:
Yağmur, çamurlu bir elbise dikiyor şehre
Sıkılıyoruz hepimiz bu çamurlu giysinin içinde.
Berbattı,
Bir şiire böyle başlanmazdı.

İç ses diye söylendim,
Ardından Yıldırım Gürses...
Aptal aptal güldüm bir de buna.
Ayşecik vazoyu kırıyor
Ve ‘tamir et bakalım’ diyordu babasına.
Yapıştırsam da parçalarını hayatımın
Su sızdırıyordu çatlaklarından.
Karnabahar kızartmıyordu asla
Başrolde kadınlar.

Güçlü bir el silkeledi beni sonra
Sanırım Tanrı’nın eliydi.
Sayamadım kaç ah döküldü dallarımdan.
Binlerce yeşil gözü olan bir zeytin ağacı gibi,
Çok şey görmüşüm gibi,
Ve çok şey geçmiş gibi başımdan,
Ah...dedim sonra
Ah!

İç ses, diye söylendim
Çocukken şöyle dua ederdim Tanrı’ya:
Tanrım bana hiç erimeyen,
Kırmızı bir bonbon şekeri yolla.
Eski tül perdelerden gelinlik biçerdik
Kardeşimle kendimize durmadan,
Olmayan çayları,
Olmayan fincanlardan içerdik.
Olmayan kapıları açardık,
Olmayan ziller çaldığında.
Siyah papyonlu olurdu mutlaka
Resim defterimizdeki damat.
Yedi günde yarattığımız dünya
Mutlu olurduk pastel koksa.

Ve şimdi şöyle dua ediyorum Tanrı’ya:
Olanlar oldu tanrım
Bütün bu olanların ağırlığından beni kolla!

Kaybolmak istemiştim bir zamanlar
Kapının arkasında yokum demiştim
Ve divanın altında da.
Bulamazsınız ki artık beni,
Hayatın ortasında.
Kaybolmak istemiştim bir zamanlar
Beni kimse bulamazdı
Tanrı’nın arkasına saklansam.
O Kocamandı,en kocamandı o.
Bir kız çocuğunun hayalleri kadar.

Bir zamanlar kendimi
Bulunmaz Hint kumaşı sanmıştım.
Kaç metredir benim yokluğum?
Benden daha çok var sanmıştım.
Benim yokluğumdan dünyaya
Bir elbise çıkar sanmıştım.
Dünyanın çıplaklığına bakmaya utanmadan
Sonunda ben de alıştım.
Ah...dedim sonra,
Ah!

Güzin Ablası kitaplar olan bir kızdım,
İçim sıkılmasa o kadar
Tek bir satır bile okumazdım.
Taş bebeğim ters çevrilince ağlardı
Bir derdi var derdim.
Derdimi demeyi ben taşbebeğimden öğrendim.
Ninni derdim,ninni bebeğim!
Cam gözlerini kapardı,naylon kirpiklerini.
Plastik gözkapaklarının ardında,
Bilirdim rüyaları yoktu bebeğimin,
Gözyaşları da.
Ağladıkça tükürüğümden sürerdim gözaltlarına.
Bu kadar kolay harcamazdım rüyalarımı,
Kırmızı çantamda bayram harçlıklarım olmasa.

İnsan çıtır ekmeği ısırdığında,
Kırıklar dolar kucağına,
İşte orası umudun tarlasıdır.
Ve orada başaklar ağırlaştığında,
Sayısız ah dökülür toprağa.

İç ses, diye söylendim
Ve ah dedim sonra,
Böyle ah demeyi beli bükük bir ahlat ağacından öğrendim.

Dallarına salıncak kurardı çocuklar,
Hızlı yaşanan bir hayatın şarkılarıydı salıncaklar.
Meyveleri tatsızdı
Eski bir lanetten dolayı
Herkes dişlerdi acı meyvelerini,
Ve herkes söverdi ona.
İsmini yazardı herkes onun bağrına,
Ah derdi o. Ah!

Bıçağın ucundaydı insanların hafızası
‘İnsan unutandır
ve insan unutulmaya mahkum olandır.’
Tanrı şöyle derdi o zaman:
Ah!

Ne çok dikeni vardı ahlat ağacının tanrım,
Ulaşılamazdı,
Sen sarılmak istesen ona,
O sana sarılmazdı.
Ne çok dikenin vardı Tanrım!
Ne çok isterdim,
Sana sarılamazdım.
Ve şöyle derdim o zaman:
Ah!

Ahlat ahların ağacıydı,
Yaşlanmaya başlayanların,
İtiraf edilememiş aşkların,
Evde kalmış kızların.
Ahlat ahların ağacıydı,
Cezayir nasıl cezaların ülkesiyse,
Öyleydi işte.

Ve etimoloji Eti’lerden kalma
Bir zaman birimiydi yanılmıyorsam.
Ve yanılmıyorsam yalnız insanların,
Kahvaltı edip ağladıkları pazar sabahları yokmuş o zaman.
Mesela o zamanlar
Mutsuz olduğunda insanlar,
Yok olurmuş bazı dakikalar.

Gülümsedim o sıra,
Bazen sevinirim,
Sevinmek nedense hep yedi yaşında
Ve ah... dedim sonra,
Ah!

Bazen ah diyorum durmadan,
Şimdi ben ahlatın başında,
Otuz iki yaşımda.
Ahlar ağacı gibi.
Rengarenk çaputlar bağladım yıllarca dallarıma,
Mavi, mor,kırmızı ve yeşil,
İstedim,hep istedim,
Sen iste derdim,iste yeter ki
Vereyim.
Her istediğimi verdim.Arttım,fazlalaştım,
Eksikli yaşamaktan.
Ahlar ağacıyım,gibisi fazla.
Başka bir şey istemem
Artık beyazlaşan üç-beş tel saçıma,
Hesabımı vermekten başka.

Vasiyetimdir:
Dalgınlığınıza gelmek istiyorum
Ve kaybolmak o dalgınlıkta.

At arabasıyla kağıt toplardı
Her sabah çingene kadınlar.
Üst üste yığılırdı buruşuk kirli kağıtlar
Şaşırırdım
Kadınların mı yoksa kağıtların mı memeleri kocaman?

Bir zamanlar öfkem beni zora koşardı.
Kızıl yelelerim yapışırdı terli alnıma
Ne eğere gelirsin ne de semere derledi bana,

Yeniden doğmuş olurdum oysa,
Öldüğümü sandıklarında,
Yalnızca kağıtlarda iyi koşan bir at olarak.

Vasiyetimdir:
En güçlülerinden seçilsin
Beni taşıyacak olanlar.
Ahtım olsun,
Yükleri ağırlaşsın diye iyice,
Tabutumun içinde tepineceğim.


2-
Bir göl vardı evimizin karşısında,
Mavi gözleri olan,
Kara yağız bir şehirde yaşamışım meğer yıllarca.

Ya siz,
Nasıl bilirdiniz çocukluğunuzu ey cemaat?
Nasıldı
Öldürdüğünüz birinin cenaze namazını kılmak?

İlk üç vişneyi verdiğinde bahçedeki ağaç
Annem sevindiydi hatırlarım.
Ah demişti.
Ah!
Üç küçük kırmızı dünya verilmişti sanki ona.
Annem çok sevinmelerin kadınıydı.
Bazen sevinince annem gibi,
Rengarenk reçeller dizerim kalbimin raflarına.
Annem çok sevinmelerin kadınıydı,
Sıcak yemeklerin.
Başına diktikleri o taş,
Ne zaman dokunsam soğuktur oysa.
Ben okşadığımda ama,ısınır sanki biraz.

İç ses!
Bu bahsi kapa!

Mutfağa gidip domates çorbası pişirdim.
Çoktandır öksüz olan mutfakta
Buğulandı ve ağladı camlar,
Gözyaşlarını kuruladım perdelerin ucuyla.
Çoktandır öksüz olan dünyaya baktım,
Allah babasıyla baş başa kalmış insanlara,
Poşetin tamamını beş bardak suya boşaltınca,
Sanki biraz rahatladım.
Kazanlar dolusu çorba kaynatsam sanki,
Artık kimse mutsuz olmayacaktı.
Ah...dedim sonra,
Ah!
İç sıkıntımla çektirdiğimiz bu fotoğrafta,
Aynı vampir gibi çıkacağız.
Kırmızı çorbama ekmek doğrayınca,
Sanki biraz ferahladım.
Karıştırdım ve iç ses diye fısıldadım:
Hala aç mısın?

Bir tren geçti yine tam o sıra
Ustura gibi kara,
Düdük çala çala,
Geçti şiirimin ortasından.
Kes şunu dedim,kes artık!
Oldu olacak,
Kan kardeşi olsun ruhumla yollar.
Merak ederdim,
Kesik başları ve sarı ışıklarıyla
Nereye gider bu insanlar?
Raylar uzanırdı içimde kilometrelerce
Bir kara yılan gibi,
Bilemezdim menzil neresi?

Ah...dedim sonra
Ve acilen makas değiştirdim.
İç ses, diye söylendim,
Raydan çıkma bundan sonra.

Kuyruk sallardı,
annemden kalma maaşım
her üç ayın sonunda.
Sevinirdi,
Kocaman bir kara kediyi okşamış gibi ellerim.
Sarımsak kokulu fötr şapkalı amcalarla,
Muhabbet ederdik kuyrukta.
Bizler sarımsak kokan uzun bir dizenin,
Fötr şapkalı kelimeleriydik,
Çürük dişlerimizle bizler,
Dökülmüş harfler gibi kelimelerden,
Saf ve pembe gülümserdik.
Bizler her üç ayın sonunda yeniden doğan bebeklerdik.
Neden ilerlemiyor bu kuyruk derdik,
Neden hep aynı yerdeyiz,
Hayattan söz edilirdi,
Zor denirdi,
Ve ardından susulurdu mutlaka.

Fötr şapkalı amcalardan biri
Ah derdi sonra,
Ah!
Kuyruk öfkeyle kıpırdanırdı o zaman.

3-
“Bir Arap şairi şöyle demiş,
Savaşta yenilen halkına,
Ağlamayın,ağlamayın,acınız azalır”

Uzun bir dize dayardı hayat her sabah karnıma
Şiir için düelloya gelmiş bir sevgili gibi,
Sorardı:
Daha yazacak mısın?
Hayır derdim,
Artık yazmayacağım.
Ama şöyle denir:
Kılıç çeken kılıçla ölür.
Ama şöyle denir:
Kaderden kaçılmaz.

Ama yazgısını yaldızlı çokomel kağıtları gibi,
Tırnaklarıyla düzeltemiyor insan.
Yıllarca biriktirdim
rengarenk çokomel kağıtlarını kitap aralarında.
Aşık olduğumda,
Çikolata kokardı kırmızı yazgım.
hayatıma hayat diyemem artık.
sarı yazgım her sonbahar onu
biraz daha fazla,ömür yaptı.
Maviye de, yeşile de dili dönmez ömrümün artık.

Kara yazgımı şimdi kim bilir
Hangi kitabın arasında saklıyorsun tanrım?
Ah.. dedim sonra
Ah!

İç ses, diye söylendim,
Başımda rüzgar vardı
Başımda uğultular...
Kalbim usulca kıpırdardı
Ve ses çıkarırdı dokununca
Çan çiçeğiyle karıştırırdı onu belki
Bir başkası olsa.
Başımda rüzgar vardı,
Yine esiyordum
Hızla dönmeye başladı kalbim
Rüzgargülüyle karıştırırdı onu belki
Bir başkası olsa.
Başımda uğultular...
Fırtına çıktı sonra,
Yaşadığını anladı kalbim,
Böyle yaşanamaz derdi
Bir başkası olsa.

Bir zamanlar meydan okumak isterdim.
Kaç meydanını okudum da bu hayatın.
Yalnızca iki harfini öğrendim:
A
H!

Ah benim nergis kokulu cehaletim...
Ruj lekeleri bıraktın bardaklarda
Anlatmak isterdin kendini durmadan
Bir bardağa bile olsa.
Ne diyecektin, ne söyleyecektin
Şairlerin şahı olsan,
Bir AH’dan başka.
Ah benim nergis kokulu cehaletim
Bana yıllarca, bunca sözü boşa söylettin.
AH!

Güçlü bir el silkeledi beni sonra
Sanırım tanrının eliydi,
Sayamadım kaç ah döküldü dallarımdan,
Çok şey geçmiş gibi başımdan
Ah dedim sonra,
Ah!

İç ses, diye söylendim.
Gel!
Ahlar ağacından sen de biraz meyve topla.

Vasiyetimdir:
Bin ahımın hakkı toprağa kalsın...

Didem MADAK